2011-11-23

Endonezya (Sumatra)


Kuala lumpur’da birkaç gün mola verdikten sonra vapur ile Endonezya’ya geçmek istiyoruz. Fakat vapur saatleri ve kalkış yerleri ile ilgili net bir bilgi alamıyoruz. Bunun için net bilgiye ulaşabileceğimizi söyledikleri Malezya turizm ofisine gidiyoruz. Orada günde tek sefer saat 10:30’da feribot olduğunu ve yaklaşık 50km uzaklıkta ki Port Kalng’tan kalktığı öğreniyoruz. Sabah tren ile gitmemizin mümkün olduğunu böylece KL’de ki yoğun trafikte bisiklete binme derdinden kurtulup iskeleye trenle ulaşabileceğimizi söylüyorlar.
Ertesi sabah otele yakın olan tren istasyonuna vardığımızda bize söylendiği gibi tren olduğunu fakat bize gene söylenenin tam tersi trene bisikletleri koyamayacağımızı öğreniyoruz. Bir anda büyük bir karmaşanın ortasında trafiğin içinde çıkışı olmayan bir durumda buluyorum kendimi. Uzun pazarlıklar fayda etmeyince trenle başka bir liman kentine gitmek için bilgi alıyorum. Söylenenler ise bizi pek fazla rahatlatmıyor. Çünkü trenle Malaka ya da George Town’a gitme ihtimalimiz var. İki kente de tren sabaha karşı varıyor ve şehirlere 30-40km kadar uzakta kalıyor. Pek fazla bilgi sahibi olmadığımız yerlerde gecenin 3’ünde bisikletle şehre varmak ve feribotu yakalamak fikri son derece anlamsız. Geriye tek seçenek olan bisikletle 50km uzaklıkta ki port Klang’a ulaşmak ve geceyi orada geçirdikten sonra ertesi sabah vapura binmek kalıyor.
Klang’a giden yolu, güzel yol tarifi sayesinde şaşırmadan buluyoruz. Otobandan gitmemiz gerekmesine rağmen otobanın kenarında motorlar için bağımsız bir yol yapılmış ve bu yol gideceğimiz yere kadar kesintisiz devam ediyor. Bu son derece güvenli yol keyfimizi biraz yerine getiriyor ve şansın bizden yana döndüğünü gösteriyor. Şehre varınca durmadan 12km ilerideki iskeleye gidip gerekli bilgilere ulaşıyoruz. Geceyi çok ucuz sayılmayacak bir otelde geçirdikten sonra ertesi gün erkenden iskelede oluyoruz. Burada her ihtimale karşı gidiş dönüş bileti alıyoruz ve bisikletlerimizi bin bir zahmetle feribot dedikleri ufak tekneye yerleştiriyoruz. Bu teknelere motorlu bir taşıt koymak imkansız çünkü taşıtı omzunuzda taşıyıp kalasların üzerinde gemiye yerleştirmeniz gerek. Gemide zaten polyesterden yapılmış üzerinde ki insan yükünü ancak taşıyacak kapasitede. İskelede tanıştığımız ve çocukları olunca adını RTE koymak isteyen Filistinli bir genç bize Endonezya hakkında ki heyecanımızı kat kat arttıracak bilgiler veriyor ve Tayland’dan bile daha güzel insanların bulunduğu bir ülke olduğunu inanarak söylüyor. Daha sonradan öğrendiğimize göre hayatında hiç Taylan’da gitmemiş olmasına rağmen içimizde ki heyecan azalmıyor.
Ve büyük ümitler beslediğimiz Endonezya. Bizim geldiğimiz kent olan Dumai’den sınırda 25usd karşılığında vize alınabiliyor. Ve çok fazla bir zorluk çıkarmıyorlar. Daha burnumuzun ucunu dışarıya çıkarınca birkaç insan başımıza toplanıyor. İçlerinden birisi bize bir İngilizce hocasından bahsediyor. İstersek onun misafiri olabileceğimizi ve para ödemeyeceğimizi söylüyor. Pek güvenmememize rağmen ısrarlarını kıramayıp İngilizce hocası ile telefonda konuşuyorum. Ona şimdilik ne yapacağımıza karar vermediğimizi önce biraz sakin oturup plan yapacağımızı, eğer kalmak istersek kendilerine telefon ile ulaşacağımızı söylüyorum. Yani kibar bir biçimde teklifini reddettikten sonra iskeleden çıkıyoruz. İskelenin güvenliğinden şehrin merkezinin ne tarafta olduğunu öğrenip o yöne doğru gitmeye çalışıyoruz. Ama motorlar, kamyonlar her yönden geliyor. İlk başta bir süre soldan gitmeye çalışıyoruz, sonra trafiğin bizde ki gibi sağdan aktığına karar verip yön değiştiriyoruz. Sonra tekrar karar değiştirip sola sonra tekrar sağa… 4-5km kadar böyle devam ettikten sonra bu karmaşanın sebebini anlıyoruz. İleride çift yön olan yolu tek yöne düşürmüşler. Bu durumda da insanlar bir anda daralan yol yüzünden iki taraftan da gitmeye başlamışlar. Sıkıntılı bir bisiklet sürüşünden sonra Malezya’da ender olarak karşımıza çıkan çorbacılardan birisine girip birer çorba içiyoruz. Birkaç kişi biz çorbalarımız içerken başımıza üşüşüyorlar ve telefonları ile video ve fotoğraflar çekmeye başlıyorlar. Bir anda kendimi kafesteki maymun gibi hissediyorum. Onları kırmayıp beraber birkaç fotoğraf çektirdikten sonra dışarıda bisikletle şehri anlamaya ve bir otel bulmaya çalışıyoruz. Bir araba önümüzü kesiyor ve içinde ki güvenilir görünümlü bir genç bizimle konuşmak istiyor. Kendisinin de bir bisikletçi olduğu söylüyor ve o meşhur İngilizce hocasından bahsediyor. Artık bu kadar referanstan sonra bu öğretmen ile tanışmamak olmaz diyoruz ve bisikletçi çocuk önde biz arkada hocanın evine gidiyoruz. Muhsin hoca oldukça iyi niyetli ve inançlı birisiymiş. Hatta bitişikteki caminin yönetiminde olduğunu da gururla ekliyor. Bizi görünce çok seviniyor ve tabi Türk olduğumuzu öğrenince ısrarla bir gece daha kalmamızı ve kurban bayramının ilk gününde yan tarafta 6 öküz ve 2 keçinin kesilişini izlememizi istiyor. Bizde bu teklifini keyifle (?) kabul ediyoruz.
Dumai de bu iki gün boyunca birkaç İngilizce dersine girip çocuklarla konuşuyoruz. Sanırım bizimde onlar gibi İngilizceyi sonradan öğrenmiş olmamız, öğrencileri biraz daha rahatlatıyor. Daha önce gelen bizim gibi kurbanlara beklide yüzlerce defa sorulan ezberlenmiş soruları cevaplıyoruz ve onlara sorular soruyoruz. Son gecemizde ise birkaç öğrenci ile buluşup bir yerlerde meyve suyu içmeye gidiyoruz. Sansımıza video ekranına film gibi bir şeyler koyuyorlar. Yerel bir film izleyeceğim için kendimi şanslı hissediyorum. Ama bir anda sözleri sadece Allahü Ekber den oluşan bir parça başlıyor ve bitmiyor, kesintisiz devam ediyor. Elifle birbirimizde şu meyve suları bitse de gitsek gibisinden bakıyoruz. Allahu Ekberler o kadar yüksek sesteki kimse birbiri ile konuşamıyor. Daha sonra arkası cami şeklinde dekore edilmiş ve son ses Allahü Ekber müziği çalan arabalardan oluşan bir konvoy geçiyor. Odamıza vardığımızda ise evin bitişiğindeki camide aynı ses Allahu Ekber Allahu Ekber. Gece 1’e kadar dinleyip sızıyorum. Gece ara ara uyandığımı ve şarkının devam ettiğini hatırlıyorum. Sabah 5-6 gibi uyanınca aynı ses devam ediyor. Sanırım bu ülkede şehirlerde durmak bisiklete binmekten daha yorucu bir şey. Bu Allahu Ekberler bizim peşimizi ramazan boyunca bırakmayacak, ne zaman bir caminin yanından geçsek, bir alışveriş mağazasına girsek, televizyonu açık bir otele gelsek, bir Pazar yerini gezsek, kısa keselim ne zaman bir şehirde kalsak hep kulağımızın dibinde olacak. Kimse yanlış anlamasın ama insanın en sevdiği şarkıyı bile 24 saat aralıksız dinlemek zorunda bırakılması dayanılacak bir şey değildir.
Sabah biraz geç kalkıp namaz bitimine kadar odamdan çıkmıyorum. Daha sonra hızlıca bisikletlerimizi hazırlayıp dışarıda ki kıyımın fotoğraflarını çekiyoruz. Sanırım bu fotoğrafları burada paylaşmamak daha iyi olacaktır. Büyük bir sansürden geçen birkaç fotoğraf belki eklenebilir.
En son olarak bahsettiğim 8 canlının kesimini izleyip hemen Duri denilen yere doğru yola çıkıyoruz. İlk günlerde sesli olarak dile getirmesemde gün geçtikçe büyüyen bir sıkıntı; geri dönmek isteği hep benimleydi. En sonunda dağlık bölgede işkence gibi trafik ve zulüm gibi şehirlerden kurtulunca sesli olarak söyleyebildim: “eğer internetten sumatra ile ilgili fotoğrafları görmemiş olsaydım, Ahmet Mumcunun gezi yazılarını incelememiş olsaydım bir dakika bile durmaz hemen ilk gün Dumai’den geri döner oradan da Tayland’da geçerdim” . Ama birkaç berbat yol ve kent sonunda nihayet Bankiang’tan sonra yollar güzelleşmeye ve turumuzun en keyifli manzaralarını bize hazırlamaya başladı. Bangkiang öncesini anlatmamı benden istemezseniz sevinirim. Yazacak baş ağrısından başka bir şey yok. Ama sonrası tam bir tezat farklı bir dünya.
Bangkiang Harau Vadisi arası 145km ve denenmesi gereken bir yol. Burada sadece 1000m civarında bir tırmanış yapsanız da dağ yolunun yapısı sizi büyülüyor. Tam artık tükendiğim dediğiniz zamanda uzun bir iniş sizi bekliyor olacak fakat bu uzun iniş devam ettikçe endişelenmeye başlayacaksınız, çünkü ne yaparsanız yapın, yola ne kadar erken başlarsanız başlayın tekrar tırmanış yapabilecek zamanınız olmayacaktır ve Harau’ya varmak zorundasınızdır. Bu uzun iniş bol virajlı dağ yolundan sonra pedal çevirmeden 25km hızla gidebileceğiniz tatlı bir eğimde bir yarığın içinde devam ediyor ve bir anda bir uçurumda son buluyor. Bu uçurumu aşmak için yol konusunda dünyanın en beceriksizleri olduğuna emin olduğum Endonezyalı mühendisler virajlarda eğimi %20lere çıkan ve 9 virajdan oluşan olan ilginç bir varyant yapmışlar. Bu varyant daha sonradan öğreneceğim –ve tabi anında unutacağım- bir isimle ülkede ün yapmış. Buradan ters yönden gelen iki aracın nasıl geçtiğini tahmin bile etmek istemiyorum. Bu varyantın ismini bana anlatan kişi asıl padang ile bu yakınlarda ki bir göl arasında olan ve 44 virajdan oluşan mühendislik daniskasını görmemi önerdi. Ben sadece 9 kıvrımlısını görmüş ve şaşırmışken olmuşken 44 kıvrımlısını duymak bile beni şok etti. Endonezya insanlarını yollarda öldürmek için sanırım teknolojiyi sonuna kadar kullanacaktır. İtiraf etmek gerek bir bisikletli için araçlarına saatte 15-20km hız ile inmek zorunda oldukları bu tür tehlikeli yollardan inmek kadar keyifli bir şey olamaz.
Bu enteresan varyant bitiminde tam tırmanış başlıyor dediğiniz zamanda yol kendisine dağların içinde bir yarık bularak aynı tatlı eğimi ile devam ediyor ve bizi tam güneş batmak üzereyken Harau Vadisi yol ayrımına getiriyor. Burada vadiye ulaşmak için 5km daha pedal basmak gerek ama artık yol o kadar güzel ve güvenli ki keşke 5 değil 50km olsaydı diye düşünüyorum. En sonunda vadi girişinde dağların arasına sıkışmış bir köyde Eco Homestay adında ve geleneksek mimarinin en güzel örneklerinden birisine konaklamak üzere varıyoruz. Hemen burada iki gece kalmaya ve 4 gündür aralıksız devam eden stres, toz ve çamur, korna sesi ve motor gürültüsü dolu yolları unutmaya karar veriyoruz. Sanırım artık Endonezya ile ilgili güzel şeyler yazmak mümkün olacak. İlk olarak burada insanlar daha güzel ve insancıllar. İkincisi doğa muhteşem ve hiçbir yerde göremeyeceğiniz volkanlarla bezeli.
Bankinang Harau Vadisi arasında ki yol ile ilgili bilgi almaya çalışırken garip bir olay yaşıyoruz. Kısaca anlatayım: Bankinang’ta dolaşırken şehirde gördüğüm bir motor-taksi sürücüsüne Harau Valley’in kaç km olduğunu soruyorum. İyice düşünüp emin olduktan sonra 211km cevabını veriyor. Bu kadar net bir sonuç duymak beni şaşırtıyor. Sonuçta bu 3 basamaklı bir asal sayıya ulaşmak basit bir çarpma işlemi ile yapılamaz. Üstün zekalı bir şoföre denk geldiğimi düşünüp devam ediyorum. Bir süre sonra emin olmak için bir başkasına soruyorum. Pek kendinden emin olmasa da 300km cevabını veriyor. Bir başkasından da bir o kadar şaşırtıcı olan 100km cevabını alıyoruz. Burada insanlar genelde araba ile 4 saat sürer o zaman da 150km civarındadır diye düşündüklerinden km söylemek için uzun bir hesap yapmaları ve sizinde sabırla beklemeniz gerekiyor. Akşam net bir bilgi bulmak ile ilgili tüm ümitlerimiz tükenmişken İngilizce bilen bir üniversite öğrencisi ile tanışıyoruz ve ondan 400km ile rekor sonucumuza ulaşıyoruz. Buradan çıkarabileceğim tek sonuç burada insanların pek fazla seyahat edemedikleri oluyor. Bu yüzden de etrafları hakkında bir başka ülke kadar bilgi sahibiler. Gideceğiniz şehrin hangi yönde olduğu gibi bir basit sorunun cevabı hakkında bile emin olmadan önce birkaç kişiye sormanız gerekiyor. Sonuç 135km civarında ve google map ile 10km fark ile doğru sonuca ulaşmanız mümkün. Sadece şehirler google map te tam olarak belli olmadığından tahmini bir noktadan mesafe ölçümü yapmanız gerekiyor.
Harau vadisinden sonra kendimiz çok fazla zorlamamaya karar verip sadece 50km yol geldiğimiz Bukittingi’de ilk defa bir şeyler yazma fırsatı yakalıyorum. Bukittingi’de bir gece geçirdikten sonra 44 tane viraj atlatarak 18km ortalama hızla dimdik yokuşlardan ineceğimiz Maninjau gölüne geliyoruz. Burası ilk gelişimizde bize kendisini göstermiyor. 44 virajın tepesinde durup aşağıya gölün olması gereken yere baktığınızda sadece beyaz sis görebiliyorsunuz. 44 virajdan sadece ilki kendisini bu sis beyazlığının arasından gösterebilecek kadar cesaretli. Diğerleri bizim için bitmek tükenmek bilmeyen sürprizler olacak. Maninjau gölüne bir sağ bir sol yaparak indikçe sis aralanmaya göl belirmeye başlıyor. Burası için sanırım 700m iniş yapmak ve gölü 22 defa sağınızda 22 defa solunuza almanız gerekiyor. Virajlarda 180 derece dönüş gerektiğinden bir çok geniş araç dönmeyi başaramıyor ve yolu tıkıyor.
Göle indiğimizde daha kalacak yer bile bakamadan yolda bize söylendiğine göre bizden 1-2 saat önde olan ve göle bizden önce varan dinlendikten sonra da Bukitting’ye dönmeye hazırlanan Alman bir bisiketçi ile tanışıyoruz.  Bir süre konuştuktan sonra birbirimizi yollarımızdan alıkoymayıp ayrılıyoruz. Gölde otel aramak için çok fazla zaman kaybetmeyip ilk gördüğümüz güzel ve ekonomik Homestay’e yerleşiyoruz. Burada yapacak çok fazla bir etkinlik yok. Fakat sakin olduğu için 2 gece burada kalmayı ve şehirlerin gürültüsünden biraz olsun kendimizi arındırmaya karar veriyoruz. Eğer yolunuz buraya düşerse yakınlarda ki sıcak su kaynağında vakit geçirmeyi ve buranın tek bira içebileceğiniz mekanı olan –şimdi adını unuttuğum- barda oturup sahibinin güzel sohbetini dinlemenizi tavsiye ederim. 
Burada ilginç bir bilgiye de ulaşıyoruz. Kadınlar açısından sanırım ilgi çekici olan durum şu; burası west sumatra denilen gölge ve bu bölgede anaerkil bir yapı var. Yani bir erkek bir kadınla evlenirse kendi soy ismini değiştirmek zorunda. Evlendiği kişinin soy ismini taşımak zorunda. Tabi hepsi bu değil. Eğer boşanmak isterse ne yazık ki her şeyi kadın tarafına bırakmak zorunda. Yani kadın burada kraliçe. Bu durumun olabileceği ender bölgelerden birisindeyiz ve sanırım burada 4 kadın ile evlenmek İslam erkekleri açısından imkansız.
Gölden sonra tekrar Bukittingi’ye dönüyoruz fakat bu sefer daha farklı bir yolu izlemeye karar veriyoruz. Tam 18. Km den sonra solda ki yol ayrımına sapıp bir kalyonun içinden geçerek hem yolu 10km kısaltıyoruz hem de eşsiz doğanın tadını çıkartıyoruz.
Bukittingi’den sonra Elif’le otobüs ile Toba gölüne gitmeye karar veriyoruz. Fakat yaklaşık 450km olan yolu otobüsle 17 saatte alabileceğimizi utanmadan söylüyorlar. Sanırım otobüsler burada 22km ortalama hızla gidiyorlar. Tahmin edebileceğiniz gibi bu kadar antrenmandan sonra bizde aynı sürede bu mesafeyi alabiliriz. Gece erken yatıp sabah yağmuru azaldığı zaman bisikletlerle meşhur “trans-sumatra highway” yolunda mesafe kat etmeye başlıyoruz. Bu yol tavsiye edilmeli de edilmemeli de. Bence edilmeli çünkü yüksek dağların tepesinde manzaraya hakim şekilde ilerliyorsunuz ve sayısız ormanın içinden geçiyorsunuz. Yol ekvatora rağmen serin rüzgarsız. Ayrıca bisikletle ekvator çizgisinden geçmenin ayrıcalığını yaşayabilirsiniz. Ve gene bence tavsiye edilmemeli çünkü bazen canınızı sıkacak zorluklarla karşılaşabiliyorsunuz. Birincisi Müslüman bölgede 4 gün ilerlemeniz gerek. Kimse alınmasın ama üzerimize araba sürerek bizi yoldan çıkarmaya çalışan insanları sadece bu Müslüman bölgede gördüm. İkincisi gene insanlar, üçüncüsü gene insanlar. Ama Toba gölüne yaklaştıkça insanlar güzelleşmeye ve size daha iyi davranmaya başlayacaklar.
Trans- Sumatra’da 1 hafta yol aldıktan sonra en sonunda Toba gölünü yukarıdan görüyoruz. Ama öncesinde Sumatra karayolunda geçen birkaç günü anlatmak gerek. İlk konaklama yerimiz Panti isminde ufak bir kasaba oluyor. Burada merkeze 5 km mesafede birkaç evden oluşan bir yerde kalıyoruz. Akşam ufak bir tur yaptıktan sonra erkenden yatıp Panyabungan’a doğru yola çıkıyoruz. Sumatra’da ilk işiniz iyi bir harita bulmak olsun. Çünkü eğer google map ile hareket ederseniz hangi kentlerin büyük hangilerinin ufak yerler olduğunu bile göremezsiniz. Bizim haritamızda yol üzerindeki büyük yerleşimler belirgin fakat google map te bazılarını görmek için iyice yaklaşmanız gerekiyor.
Panyadungan’da bir gece kaldıktan sonra yola devam edip Padang Sidem Puan’a varıyoruz. Burada bir bisikletçi ile tanışıyoruz. Bu arkadaş bize kalacak yer konusunda yardımcı olduktan sonra akşam tekrar buluşup onun evine gidiyoruz. Evde ilginç koleksiyonlar yapmak gibi bir hobisi olan abisi ile tanışıyoruz. Bizim ilgileneceğimizi düşündüğü ilk koleksiyon 10-12 parçadan oluşan bir antika bisiklet koleksiyonu. İtalya, İngiltere, Almanya gibi çeşitli ülkelerden topladığı yaklaşık 60 yıl öncesine ait çeşitli bisikletler içinde vakit geçiriyoruz. Bunların bir kısmında şimdilerde tekrar moda olan göbekten vites sistemi var. 3lü sistem olan bu bisikletler genelde göbekten frenliler. Alman malı ve benim en çok beğendim bisiklet ise bir kargo bisikleti. Bagaj kısmı normalden daha uzun ve oldukça sağlam yapılmış. Ayrıca önemli bir farkı var ki o da hem kadın hem de erkek kullanıcılar için adapte edilebilmesi. Ortada yere paralel olan demir demonte ve kadın kullanıcılar için gerektiğinde çıkartılabiliyor.
İlgimizi çeken diğer koleksiyon ise ilki ile tam bir tezat oluşturan sigara koleksiyonu. Sadece Endonezya’da üretilen yerli sigaralardan tam 800 farklı sigara. Yani bir anda Endonezya malı olan 800 adet farklı marka sigarayı inceleme şansı buluyorsunuz. Bu sigaraları elde etmek için ülkenin çeşitli yerlerine gitmesi ve uzun zaman harcaması gerekmiş. Burada bir not eklemek isterim. Endonezya bir ülke olmasına rağmen çok büyük ve bu yüzden ülkeyi bir kıta gibi düşünmek şehirleri de ülkeler gibi düşünmek bazı şeyleri anlamayı kolaylaştıracaktır. Çünkü burada ne kadar çok dilin konuşulduğunu belki kendileri bile bilmiyorduk. Sadece bizim geçtiğimiz yol üzerinde birbirinden farklı diller konuşan 8-9 farklı bölge vardı. Benim tahminim sadece sumatra’da 50’nin üzerinde dil konuşuluyor olmalı. Aynı şekilde 800 tane birbirinden farklı yerel sigara markasını başka bir yerde görmek mümkün değildir. Zaten yolların durumu şehirler arasında ki iletişimi o kadar koparmış ki 150km yolu araba ile ancak bir günde gidebilirsiniz. Mesela burada arasında 150km olan iki şehir bizde Yozgat-İzmir kadar birbiri ile iletişim halinde.
Evde bisiklet ve sigara koleksiyonundan sonra kitap, oyuncak ve çizgi roman koleksiyonuna bakıyoruz. Endonezya’ya ait çizgiromanlar ayrı bir inceleme konusu olmalı; bildiğimiz Süpermen, Spiderman burada yeni isimlerle tekrar yaratılmış ve tam anlamı ile Endonezyalılaştırılmış. Burada tapınağa girerken ayakkabılarını çıkaran Supermanler bulmanız mümkün olmuş bu sayede. Ayrıca tarihlerinde efsaneleştirilmiş bir çok kahramanın da çizgi romanını inceleme şansımız oluyor.
Ertesi gün Sipirok’ta bir gece konaklayıp Tarutung’a varıyoruz. Tarutung için şunu söyleyebilirim ve medeniyet. İnsanlar sonunda rahatsızlık vermekten uzak hale geliyorlar. Tarutung ile ilgili önemli bir bilgiye birkaç gün sonra ulaşacağım fakat yeri gelmişken söyleyeyim. Burası Hıristiyanlığın Endonezya’ya ilk geldiği bölgeymiş. Ve Hıristiyanlık buradan diğer bölgelere yayılmış. Bana anlatıldığı kadarı ile sadece Sumatra değil tüm Endonezya’da ki ilk Hıristiyan şehir burasıymış.
Tarutung’ta bisikletlerimizi iyice temizliyoruz. Çünkü yolda 1km boyunca devam eden ve yüksekliği ayak bileklerime kadar gelen bir çamurun içinden geçmek zorunda kaldık. Temizlemeye çalışmamıza rağmen tüm zincir ve jantları çamurdan koruyamamıştık. Ve devam eden birkaç km içerisinde de fren pabuçlarımız tamamen ermişlerdi. Bisikletlerin temizliği bittikten sonra şehirde ki tek pabuçlarına ulaşabiliyoruz. Tek dememin sebebi bu pabuçlar satılmayı bekleyen yeni bir bisikletin üzerinde ve biraz ısrar edince bisikletten söküp bize vermeye razı oluyorlar. Başka bir yerde de v fren için olan bu pabuçlardan bulmak imkansız.
Burada benim için derin bir stres kayağı olan bir sorun ile mücadele ediyorum. İlk olarak 1 hafta öncesinde maninjau gölünden geri dönerken lastiğim patlamıştı. Basit bir yama ile deliği onarmama rağmen lastik tekrar indi. Önceki turumda yama konusunda uzmanlaştığım için yamanın yanlış uygulanma olasılığını düşünmedim bile ve iş lastiği tekrar çıkardım. Kötü bir sürpriz beni bekliyordu. Dandik iç lastik iç taraftan yarılmaya başlamıştı. Yarığı onarmak için her zımpara sürtüşümde yarık daha fazla ilerliyordu. Bu tür turlarda klasik bir durum vardır. Eğer lastiğinizde bir sorun varsa 3000km sabırla bekler ve ortaya çıkmak için Endonezya gibi olabilecek en kötü yerlerden birisini bulur. Geçen turumda da dağılmış göbekleri her 250km bir açıp tekrar toplayarak Laos’u ve Kamboçya’yı geçmek zorunda kalmıştım. En geniş yamam ile yarığı onarıyorum. Ama ertesi gün tekrar hava kaçırıyor. Yarık ilerlemiş ve 2 geniş yama daha ekliyorum ve 2 gün sonra iki yama daha. Daha da kötüsü yanımda yedek lastik yok ve bu yamalı bohça ile ilerlemek zorundayım. Benim kullandığım lastik 26” ve iğne sibop. Bu lastikten bulunduğum bölgede bulmam imkansız ve tek çarem Medan’a ulaşmak. Çok geçmeden Trans sumatra yolunun ortasında sibobun iki yanından yarılmaya başladığını görüyorum. Üst üste 3 tane yama ile sibobu onarıyorum. Toplam  9 yamayı 5 gün içinde yapmak zorunda kalıyorum. Bir sonra ki günde de 28lik iç lastiği kesip 26” boyutuna getirip birleştiriyorum. 2 saat süren zımrapa ve yapıştırma aşamasının sonunda lastik 5dk kadar hava basıncına dayanıp patlıyor. Ve dün yolda Toba gölüne gelirken tekrar yarıktan hava kaçırmaya başlıyor. Bütün yapmış olduğum yamaları söküp yerine yenisini yapıyorum. Toplam 14 yama oluyor fakat 20.km de tekrar lastiğimi onarmak zorunda kalıyorum fakat bu sefer siboptan. Yapmış olduğum 3 yamanın üzerine 2 tane daha yenisini ekliyorum. Ve bir hafta içerisinde ki 16. Yama ile bu satırları yazıyorum. Tek tesellim Medan’a 180km mesafede olmak ve gerektiğinde 7-8 saatlik bir otobüs yolculuğu ile kente oluşabilmek. Orada sorunumu çözemesem bile feribot ile geçeceğimiz Malezyada kesin çözümü bulabileceğimi biliyorum.
Tarutung dan sonra nihayet Toba Gölünü yükseklerden görebiliyoruz. Tam bu sırada Endonezya’da ki ikinci bisikletçi ile karşılaşıyoruz ve anlattıkları sayesinde Toba gölünde Tuktuk adasında keyifli vakit geçireceğimizden emin oluyoruz. Tabi onu da ileride karşılaşabileceği bazı sevimsiz sürprizler konusunda uyarıyoruz. 
Balige Toba Gölü kenarında ki ilk kent ve göl havası burasının insanını da yumuşatmayı başarmış. Tanıştığımız insanlar ile güzel vakit geçiriyoruz. Hatta bir tanesi ile sabah 8 kahvaltı yapmak üzere sözleşiyoruz. Burada en son oturduğumuz ve birer çay içtiğimiz mekanda gençlerden oluşan bir grup etrafımızı sarıyor ve tarzanca olarak konuşmaya çalışıyoruz. Çok geçmeden burnuma gelen bir benzin kokusu beni rahatsız ediyor. Akvaryumcudan bir Japon balığı alırsanız muhtemelen bir torbaya su ile birlikte koyup elinize vereceklerdir. Bu şeffaf plastik torbanın daha büyüğü yanıma gelen geçlerin birisinde ve elinde ne taşıdığını sorunca “benzin motor için” diyor ve diğer eli ile sigarasını içmeye devam ediyor. Bir yandan çocuğu elindeki benzini akvaryum balığı gibi torbada dolaştırışını, bir yandan diğer eli ile sigara içişini ve bazen sigara ile benzini aynı elde tutuşunu izlerken yanda yemek yapılan ocaklardan uzak durması için çeşitli bahaneler düşünüyorum. Elif’le daha çaylarımızı bitirmeden kalkıyoruz ve çocuk yanındakilerle havaya uçmadan oradan uzaklaşıyoruz. Belki ben biraz fazla tedbirli davranıyorum fakat yanan bir sigaranın 15cm yakınında yada hararetle yemek yapılan 3 ocağın 1m uzağındaki 3lt benzini yanımda görmek bana göre değil.
Ertesi gün Toba gölüne doğru yola çıkıyoruz. Daha önce anlattığım sibop üzerine 2 yeni yama bu yolda yapılıyor ve sorunsuz bir şekilde beni Tuktuk adasına kadar getiriyor. Lastiğimin havasını otele gelir gelmez indiriyorum ve içindeki basıncın yamalara zarar vermesini engelliyorum.
Toba Gölü sanırım Sumatranın en büyük krater gölü. Göl deniz seviyesinden 1000m yükseklikte fakat göle varmak için çok daha yükseğe tırmanmanız gerek. Göl sönmüş bir yanardağın tepesindeki kraterde yer alıyor ve gölün ortasında çevresi 150km olan bir ada yer alıyor. Bizim konaklama mekanımız bir çok turistin ziyaret ettiği bu ortadaki adanın kuzeyinde ki Tuktuk yarımadası. Buradaki konaklama imkanları oldukça fazla bu yüzden de gelmeden önce iyi bir araştırma yapmanız yada acele etmeden en iyi vakit geçireceğiniz yeri seçmeniz gerekiyor. Çünkü buradaki yerlerin hepsi sizi etkileyecek güzellikte ve ilk etkilendiğiniz yerde kalıp ertesi gün daha güzel bir yer görüp pişmanlık duymanız olası.
Yarın adanın etrafında bir tur atmayı planlıyoruz. Tabi bunu bisikletle değil kiralık motor ile yapacağız. Adanın etrafı 150km olmasına rağmen oldukça dağlık. Ve buradaki volkanik dağlar hiçbir yerde göremeyeceğiniz kadar acımasız olabiliyorlar.
Şimdilik Sumatra ile ilgili anlatacaklarım bunlar. Umarım keyif almışsınızdır. Sumatra bisiletçi için zor bir yer. Daha önce gördüğüm ülkelerle kıyaslarsam en kötü yollara sahip yer Kamboçya ve ikinci sırada Endonezya-Sumatra var. Sonra 3. Sırada Türkiye, Malezya ve Suriye var. En iyiler ise ilk sırada tartışmasız Tayland ve ardından Laos. Eğer burada bisiklete binecekseniz Mutlaka Medan’dan başlamanız ve Hıristiyan bölgeleri gezmelisiniz. Bu çok daha fazla keyif almanıza neden olacaktır. Tüm zorluklarına rağmen Malezya’dan daha çok keyif alınabilecek bir doğası var. Ve benim başıma gelenlerden aldığım bir ders; bisikletiniz 3000km bir sorun çıkarmamış olabilir ama bu sorun çıkarmayacağı anlamına gelmez. Bu yüzden de Endonezya gibi hiçbir yardım alamayacağınız yerlerde mutlaka tüm malzemelerinizi yanınızda bulundurmanız gerekiyor. Aksi halde en yakın bisikletçiye bin km uzaklıkta çözüm yaratmak zorunda kalabilirsiniz.
Evrim.

2011-10-30

Kuala Lipis; Kuala Tahan (Taman Negara); Jerantut; Temerloh; Bentong


Cameron Highland tırmanışımızdan sonra 1600m yükseklikte bulunmanın heyecanı ile inişe başlamak için sabırsızlanıyorduk. Doğuya doğru pedallamak ve tekrar 200m rakıma uzun orman yollarında inmek ve manzaranın tadını çıkarmak…
Sabah kalktığımızda hava kapalıydı. 20km kadar uzakta bulunan bir yerleşime kadar hızlıca gidip (yolda durum fotoğraflarını çektiğimiz çay bahçeleri bu 20km’nin anısıdır) kahvaltımızı yapıyoruz. Sohbete sohbet etmeye başladığımız yan masadakiler bulunduğumuz tepenin etrafında köpekbalıkları gibi vücutlarının sadece ufak bir kısmını gösterip etrafımızı saran bulutları gösteriyor ve günün yağmurlu geçeceğini söylüyor. Biz başka bir çare olmadığını bildiğimizden kahvaltımızı hızla bitirip inişe başlıyoruz.
İniş karşıdan esen şiddetli, rüzgârdan ya da hızımızı kesen ufak tırmanışlardan olsa gerek 19km/saat ortalama ile tamamlanıyor. Yol boyunca iki yanımızı saran dağların tepeleri koyu renk yağmur bulutları ile üzerimizi örtmeye çalışıyor fakat gideceğimiz yolun tam tepesi Samanyolu gibi bir kuşak halinde bulutsuz ve aydınlık. Yaklaşık 60km mesafeyi ter içinde kalarak inişi tamamlıyoruz. Bundan sonra önümüzde 75km’lik bir mesafe konaklayacağımız şehre varmak için var. Tepede bir gün dinlenmiş olmamız ikimizin de performansını arttırmış olsa gerek ki çok fazla mola vermeden hava kararmak üzereyken Kuala Lipis’e varıyoruz. Kendimizi çok fazla yorgun ve aç hissetmediğimizden otelde fazla vakit kaybetmeyip dışarıda ufak bir keşif turu yapıyoruz. Akşam “Iron Man” ve “A-Team” filmleri eşliğinde çaylarımızı içip ertesi gün için daha kısa ve güvenli görünen tali yollardan yolumuz devam etmeye karar veriyoruz.
Turun en güzel yoluna ertesi gün başlamış bulunmaktayız. Yarın Kuala Lumphur’a kalabalık yollardan geçeceğimize göre, Malezya’da geçtiğimiz en güzel yolun Kuala Lipis ile Kuala Tahan arası olduğunu şimdiden söyleyebilirim. Bu yol Lipis’ten nehiri ve tren yolunu takip eden 45km süren bir ilk aşama ile başlıyor. Tembeling isimli ufak bri yerleşimde bu ilk yol bitiyor. İkinci aşama için Pasir Durien denilen ve nehirin diğer tararında kalan ufak bir köye tekne ile geçmeniz gerek. Buradan Kuala Tahan (diğer ismi ile Taman Negara) yaklaşık 50km sürecektir ve Malezya’da bisiklet binilebilecek en keyifli yollardan birisi olduğu kesin. Yol kenarları palmiye yağı çıkarılan türden palmiye ağaçları ile dolu –daha doğrusu palmiye tarlaları. Yol ilginç şekilde sanki toprağın altında dev toplar varmış gibi hep inişli çıkışlı devam ediyor. Sonlarına doğru ise 3 farklı yerden geçerek görsel şölenini tamamlıyor. İlk farklı yer palmiyelerin bir anda bittiği hiç ağacın olmadığı geniş bir otlak ya da bir golf sahası gibi çimlik bir bölgenin içinden geçmek oluyor. Sonra bir anda bir dağın arasında sıkışmış bir orman, kara bulutlar, sis ve şimdiye kadar ki en şiddetli sağanağın altında bisiklete binerek ikinci farklı atmosferi yaratıyor. Ve bu ıslak aşama bitince inişli çıkışlı arazide yolun halı gibi dümdüz fakat inişli çıkışlı devam ettiği bir yerde bisiklete binerek yolun sonuna, Kuala Tahan’a varıyorsunuz. Burası gerçektende yolun sonu. Bir nehir ve ötesinde milyon yıllık bir yağmur ormanı sizin daha kuzeye gitmenize engel oluyor.
Burada bir gün fazladan kalıp ormanda yürüyüş yapıp biraz dinleniyoruz. Ormanda yerden 50m yüksekte ip köprülerden yapılmış 500m uzunluğunda bir labirentin içinde dolaşmak, o milyon yıllık ağaçları tepeden olamasa da 50m yüksekten görmek orman turunun en ilginç yanıydı. İkimizin de yükseklik korkusunun olması ve buradaki ağaçların, bitkilerin, yaprakların yani görebileceğiniz her şeyin normalden defalarca büyük olması bizim yüksekli algılayışımızı daha da dayanılmaz, korkunç hale getirdi.
Yolculuğumuza sırası ile Jerantut, Temerloh ve şimdi bulunduğumuz yer olan Bentong ile devam ediyoruz. Jerantut hoşumuza giden bir yer oluyor. Burada bisiklet göbeklerini tekrar temizliyoruz. Normalde göbekleri bu kadar sık açmak iyi bir şey değildir fakat bu yağışlar yüzünden Elifin bisikletinin göbeklerinin bin km bile dayanamadan dağıldığını düşününce bizde her 600km de bir göbekleri açıp içindeki yağı değiştirmek istiyoruz. Burada da benim bisikletimin göbeği biraz farklı çıkıyor. Ön taraf çok kolay rulmanlı sistem ve iki yanı da simetrik, 15dk da açık yağını yenileyip kapatmak mümkün. Ama arka göbek bir tarafı rulmanlı bir tarafı bilyeli sistem, bu da arka göbekte yerlerini unutmamanız gereken bir yığın parça demek oluyor. En önemlisi de bilyeli ve rulmanlı tarafı karıştırmamak, bende ruble tarafı rulmanlı ve bunların kapakları da birbiriden farklılar. Sonuçta iki bisikletin göbeklerini de açtığımızda zamanlamamızın tam olduğunu görüyoruz.
Temerloh (kaldığımız otel yüzünden biraz da) çok keyifli bir yer gibi görünmüyor bize ve kısa sürede burayı bırakıp KL’den sonraki son kentimize varıyoruz.
Şu anda Kuala Lumpur’a 60-70km kadar uzaklıktayız. Yarın aradaki sıra dağları aştıktan sonra KL’ye inmiş oluruz. Orada birkaç gün geçirip Endonezya’ya geçmeyi planlıyoruz. Bir değişiklik olmazsa eğer Perşembe günü ülke değiştirmiş oluruz.

2011-10-24

Taiping, İpoh, Cameron Highlands.


Cameron Highlands’tan selamlar.

George Town bize yetti sanırım çok güzel bir yer olmasına rağmen kendimizi çok fazla rahata alıştırmak istemediğimizden ve yeni yerler görmek istediğimizden burada sadece bir gün ara verip yolumuza devam ettik. Amacımız bu bölgenin en keyifli yerlerinden birisi olduğunu duyduğumuz Cameron Highlands’dı Buraya ulaşmak için önce İpoh’a gelmeye karar verdik. İpoh 2 günlük bir mesafedeydi buraya varınca bir gün güç toplamak için fazladan kalmaya ve ertesi günü Cameron Highland’a tırmanmaya karar verdik. Cameron tırmanışı için yaklaşık 1700m yüksekliğe ulaşmamız gerekiyordu. Bu da bu turdaki en ciddi tırmanıştı.
Planımızı aynen uyguladık. İlk hedef olarak Taiping’e geldik. Buralarda son zamanlarda öğleden sonraları hep yağmur başlıyordu. Bu yüzden de sabahları erken yol alıp şehirlere erken ulaşmaya çalışıyorduk. Fakat Taiping’e ulaşmak tahminimizden biraz daha uzun sürdüğünden gene yağmura yakalandık ve uzun süre yağmur altında sürmemiz gerekti. İnsan bir defa ıslandıktan sonra gerisini umursamaz. Bizde iyice ıslandıktan sonra hiç yağmur yağmamış gibi yağmurun altında keyifle bisikletlerimizi sürüp şehre vardık. Şehirde otel aramaya başladığımızda yağmur devam ediyordu. Biz 5-6 otel dolaşmak zorunda kaldık. Burada bir tatil başlangıcı olduğundan Malezya halkı tatile çıkmışlar ve bazı otellerde yer bulunmaz olmuş. Bize sempatik gelen insanların işlettiği bir otele yerleştik ve bu zamana kadar gördüğümüz en büyük yemek yeme yerinde yemek yemek için hızla hazırlanıp dışarıya çıktık. Biz yemek yerken hala yağmur devam ediyordu. Sadece sabah devam etmemesini umarak otele döndük ve ertesi gün için dinlendik.
Sabah hava güneşliydi. Burada güneşli başlayan bir gün yağmurlu bir final hazırlar sizin için. O günde çok farklı olmadı. Fakat şansımıza çok hafif bizi serinleten bir yağmurda yolculuğumuzu tamamladık. İpoh yani ikinci kent büyük bir yer. Ben şahsen başka bir yerde iki gece kalıp dinlenmiş olmayı dilerdim. Fakat tırmanışa başlamadan önceki son konaklama yerimiz burası olamak zorunda. Akşam bir Thai yemeği olan Tom Yam çorbalarını içiyoruz ve ertesi sabah bisikletlerin bakımı ile vakit geçiriyoruz. Bundan sonra tek yapmamız gereken kendimizi yarın ki uzun tırmanışa hazırlamamız.
Cameron Highlands 1600m rakımdan biraz daha yukarıda yer alıyor. başlangıç noktamız İpoh ise sadece 200m. Yolun ilk 15km’si Kuala Lumpur ana yolu üzerinde ve düz fakat tepeye çıkmak için sola saptığınız andan itibaren tatlı bir tırmanış ile karşılaşıyorsunuz. Biz tam yol ayrımında turup burada yemek yiyebileceğimiz son yer olduğunu düşündüğümüz bir lokantada bol pilavlı bir kahvaltı yapıyoruz. Çok fazla zaman kaybetmeden tırmanışa başlıyoruz. Yol çok tatlı bir eğimle devam ediyor ve çok ender zamanlarda en düşük vitese ihtiyacınız oluyor. Yolda zaman zaman su içebileceğiniz yerler var. Fakat çok sık değil bu yüzden de yanımızda bir miktar su bulundurmaya dikkat ediyoruz. Bizim şansımız havanın kapalı olması ve yağacak gibi görünmemesi. Bu su ihtiyacımızı azaltıyor. Güneşli bir havada aynı performansı göstermemiz çok zor olurdu ve çok daha fazla suya ihtiyaç duyardık. Yol 75km boyunca çıkmaya devam ediyor. Sadece son 20km de yol dik inişler ve çok daha dik rampalarla devam ediyor. En düşük viteslere muhtaç olduğumuz tek nokta burası oluyor. Yolda tepelere ulaştıkça bazı çilek ve çiçek satış yerlerine rastlıyoruz. Buralarda gerekli yiyecek ve içecekleri bulmak mümkün ve biraz meyve ile karnınızı doyurabilirsiniz. Fakat toplam 90km mesafe böyle bir tırmanış için oldukça fazla. Bu yüzdende yolda çok fazla dinlenecek ve zaman kaybedecek zamanımız olmuyor.
Burada ki ufak ama sevimli bir yerleşimde konaklamaya karar veriyoruz. Tanah Rata. Burası sanırım yol üzerindeki en turistik yer fakat geçtiğimiz diğer kasabalarda konaklayacak bir yer bulmak neredeyse imkansızdı. Bu yüzden burası bizim tek seçeneğimiz oluyor. Güzel bir guest house buluyoruz ve uzun zamandan sonra ilk defa sıcak suda yıkanmanın keyfine burada varıyoruz. Buraya gelirken inişe geçtiğimiz son rampa ve hafif çiseleyen yağmur bizi o kadar çok üşütmüştü ki şehre gelip bisikletten indiğimde titrediğimi hissetmiştim. Sanırım yarınki uzun inişte yanıma uzun kollu koruyucu bir şeyler almamız gerekecek. Soğuk bizi 500-600m rakıma kadar etkileyecek gibi görünüyor.
Burası özellikle treking yapmak, çay tarlalarını ve çiçek bakçelerini gezmek, dalından çilek toplamak gibi etkinlikler için ideal bir yer. Fakat buraya bisikletle gelirseniz bacaklarınızı dinlendirmek, bol bol yemek yemek ve az yürümek haricinde başka bir şey düşünmezsiniz. Ayrıca bir dağın tepesinde olmamıza rağmen bu kasaba size bir dağda olduğunuzu hissettirmiyor. Sadece etraftaki bulutlara baktığınızda onların ne kadar alçakta olduklarını ve tepenizi örtecek kadar yükselemediklerini, bu yüzdende tam tepenizde gökyüzünün aydınlık -yada geceleri yıldızlı olduğunu, sadece etrafınızı sarmış bulutların neredeyse sizle aynı yükseklikte etrafınızı kuşatmaya çalıştıklarını ve tepesi aşamadıkları dağların etrafında dolandıklarını görüyorsunuz. Buradaki sorun şehirlerin her zaman bir yolun kenarında oluşması. Bir yol dümdüz gider ve yolun iki tarafına binalar dikilir be bütün şehir bu. Böyle bir oluşumda, doğal çevrenin şekline uyulmadığından bir manzara oluşmaz. Bizdeki köylerde evler düz bir arazide değillerse eğer ya bir dağ yamacına yada benzer bir doğal oluşuma göre şekillenir ve yapılar birbirlerinin manzarasını kesmeyecek, nefes almasını engellemeyecek şekilde konumlanır. Bu şekildeki bir yapılaşmada doğa daha çok ön plana çıkar ve eğer yokuş kaldırımlarda yürümekten şikayetçi olmazsanız köylerde gezerken biraz yukarılarda çok güzel bir manzara ile mutlaka karşılaşır yada karşı tepeden köydeki bütün yapıları sokakları teker teker seçersiniz. İşte bulunduğumuz noktada ne yazık ki böyle bir imkan yok. Sıkıcı bir yapılaşma ve yolun iki tarafındaki yapılar burasını bir kale kadar içe kapalı bir yerleşim haline getirmiş. Bu yüzden de sanırım ikimizde tek bir fotoğraf bile çekmeden buradan ayrılacağız.
Yarın yeni aşılmış bir yoldan doğuya doğru devam edeceğiz. Söylediklerine göre yolda yön bulma konusunda bir sıkıntı yaşamayacakmışız. Bunu ancak yarın öğreneceğiz. Fakat bu kadar yüksekten yavaş yavaş aşağılara süzülürken sık sık durup fotoğraf çekmekten hiç sıkılmayacağımızı eminim.
Bir daha ki internet bulunan kente ulaşana kadar hoşçakalın.
evrim. Cameron Highlands.
Buradaki dil ile ilgili bir iki komik sözcük.
Sup: çorba.
Ais Krim: Dondurma.

tourbybike

yeni bisiklet turumuz ile ilgili gelişmeleri buradan takip edebilirsiniz.
Sevgiler.
evrim.
http://tourbybike.wordpress.com/

2011-10-19

Malezya, Alor Star,Yan, Sungai Pethani, George Town


Ve Malezya.
Bizi en çok tedirgin eden mesele yani sınırdan geçmek çok kolay halloldu. Hiç soru sormadan sadece pasaportlarımıza damga vurdular ve 90 gün kalmak için izin verdiler. İlk başlarda Malezya bizim için büyük bir bilinmezlikti. Ne para birimlerine bakmıştık, ne kaç lira harcayacağımızı planlamıştık. Sadece ülkeye girdik ve bisiklete binmeye başladık. Burada ilk izlenim yollarının Tayland’dakinden çok daha güzel oluşuydu. Tabi bu pek uzun sürmedi. Sadece göstermelik bir 30km süslenmiş ve önümüze kırmızı halı gibi serilmişti. Geriye kalan yollar sadece Türkiye’deki yollardan 10 kat iyi olacak kadar idare eder düzeyde. Bisiklet Tayland’daki kadar yaygın olmasa da yoğun motor kullanımı yolları şekillendirmiş ve her yolun kenarında bisiklet ve motor için ayrı bir şerit ayrılmış. Ve isterseniz otobanlarda bile bisiklete binme sansınız var. Çünkü otobanların bile kenarlarında bisiklet ve motorlar için ayrı bir şerit bulunuyor. Buradaki yolların tek avantajı daha gölge olması, yol kenarındaki ağaçlar daha büyük ve yollar daha dar bu yüzdende yolun iki tarafında gölge kalıyor. Bu daha keyifli bisiklet kullanmanıza sebep oluyor.
30km kadar Malezya’da ilerledikten sonra bir bankadan para çekmek istiyoruz. Fakat tek sorun kaç TL=kaç RM bilmememiz. Banka kapalı olmasına rağmen içerideki görevliler bize yardımcı olup internetten € (euro) olarak Malezya RM’sinin karşılığını söylüyorlar. Bizde bizi bir süre idare edecek parayı ediniyoruz. İlk konaklama şehrimiz ile Alor Star. Nedense burada ki şehir isimleri bana hep kovboy filmlerini hatırlatıyor. Alor Star oldukça sevimli bir kent fakat Tayland’da uzun uzun bahsettiğim sosyal hayat neredeyse sıfır. İnsanlar nerede diye uzun süre araştırıyoruz. Sadece araba içerisinde bir yerden bir yere giden kalabalıklar görüyoruz. En sonunda gençlerin toplandığı karşısında büyük bir camii bulunan bir meydana geliyoruz. İnsanlar bizi görünce biraz fazla dikkatlice bakmaya başlıyorlar. Anladığımız kadarı ile buradaki sosyal yaşantı akşamları parkta oturup camiyi seyrederek çiğdem çıtlamaktan ve gelene geçene bakmaktan ibaret. Otele dönerken Çinlilerin bulunduğu bir yer keşfediyoruz. Burası sanırım şehrin bira içilen tek mekanı. Burada oturup sanırım turumuzun en pahalı birasını paylaşıp yorgunluğumuzu gideriyoruz. Burada marketten büyük bira almak isterseniz 6TL ila 9TL arası para vermeniz gerek. Düşünün bir bizdeki market fiyatının 3 katı. Haa ama sakın hemen Malezya’da çok pahalıymış demeyin eğer buradan 1LT benzin almak istereniz 0.95RM yani sadece 0.5TL. Bizdeki benzin kaç Tl bilemiyorum ama sanırım 50kuruşa 1lt benzin alamıyoruzdur. Tayland biraz daha pahalıydı. Sanırım 1lt si 35 baht yani 2tl. Burada ki fiyatlarla ilgili kısa bir bilgi vermek istedim sadece. Bir birayı kederle bölüşüp Malezya tatilimizi en kısa sürede bitirme kararı aldıktan sonra otele dönüp ertesi gün için dinleniyoruz.
Ertesi gün ilk defa Malezya’dan okyanusa bakıp biraz deniz kabuğu topluyoruz. Daha sonra bir süre okyanusa paralel gidip büyük bir şelalenin olduğu bir milli parka ulaşıyoruz. Buradaki şelale –ismini unuttum tabii, birkaç gün öncesini anlatınca bu tür kayıplar oluyor.- çok uzaklardan görünebiliyor ve o kadar yüksekten akıyor ki en tepesini görmekte zorlanıyorsunuz. Biz sadece bir nehrin kıyısına gidiyoruz. Şelalenin dökülüşünü izlemek için 3 saat treking yapmak gerekiyormuş. Biz treking fikrinden vazgeçip biraz dinlenip bu gün finali yapılan off road yarışlarının ödül törenini izliyoruz. Saat 7 gibi herkes dağılınca rahat bir yere çadırımızı kurup uyuyoruz. Ertesi sabah erkenden kampı toplayıp 50km uzaklıktaki bir kent’e ulaşıyoruz. Burası Malezya’da ki ikinci büyük kentimiz ve ülke insanını biraz daha tanıma şansı veriyor bize. Burada yaşayan Çinliler ve Malezyalılar birbirinden farklı hayatlar kurmuşlar. İki farklı kültür bir arada yaşamayı öğrenmiş gibi görünüyorlar. Burada yaşayan Müslüman halk ise bize göre biraz daha aşırıya kaçmış durumda. Sokaklarda herkes camiye gider gibi giyiniyor. Fakat Müslüman halk bize göre kadını daha az baskı altında tutuyor. Burada bir Tayland etkisi olan kadın egemenliği bir ölçüde devam ediyor. Kadınlar ile bir erkek olarak istediğiniz gibi konuşabiliyorsunuz. Hiç unutmam Ülkemizde güneyde bir kentte bir fotoğraf çektirmem gerekiyordu. Ne makinemi koyacak bir yer vardı nede fotoğrafımı çekecek birisi. Derken iki kız geldi. Fotoğrafımı çekmelerini rica ettim. Ne dediğimi dinlemeden kaçıp gittiler. Bir an gerçekten kötü bir şeyler yapacağımdan korktuklarına eminim. Bende baya kızmıştım kendi kendime, hala kendimi Tayland’da mı sanıyorsun diye. Dönelim Malezya’ya; burada Türkiye’de başıma gelen olayı yaşamam mümkün değil. Bu benim bir yabancı olmamdan kaynaklanan bir durumda değil. Burada kadın erkek eşit ölçüde sosyaller. Beyim bilir şeklinde boynu bükük kadınlar yok. Belki de bu yüzden Malezya’yı sevmeye başladık ve kısa sürmesini planladığımız Malezya seyahatimizi biraz daha uzatmaya karar verdik. Ertesi gün hakkında pek bir şey bilmediğimiz George Town adında bir kente doğru yola çıkıyoruz. Burası sanırım bizim en keyif aldığımız yerlerden. Burası bir ada ve ana karaya 13.5km lik dünyanın en uzun 3.sü olduğunu söyledikleri bir köprü ile bağlanıyor. Sanırım bu köprü üzerinde bisiklete binmek olası fakat anakaraya giderken yapar mıyız bilmiyorum. Bana nedense çok çekici gelmedi. George Town da iki gün kalıyoruz. Konaklama yerimiz son derece sevimli bir Guest House ve burada bize bilgi vermekten keyif alan bir Malezyalı bisikletçi daha var. Kuala Lumpur’dan buraya bisikletle gelmiş ve daha ilk turu olmasına rağmen çevre hakkında çok fazla şey biliyor. Kentin bizim kaldığımız kesimi sadece eski evlerden oluşuyor ve bende sanki bir filmin içindeymişim hissi uyandırıyor. Etrafımdaki bütün binalar 2-3 katlı hepsi benzer güzellikte işçilikle yapılmışlar. İzmirli olanlar lavanten evlerinden oluşan bir şehir düşünsünler ve arada bu güzelliği bozacak hiçbir bina olmadığını. Bu güzel binalar bir yandan da rengârenk boyanınca, buradaki ahşap işçiliğini ekleyince mis gibi bir şehir ortaya çıkıyor. Akşam biraz dolaşıp otelde vakit geçirmeye karar veriyoruz. Otelimizin girişi daha çok bir kafe’yi andırıyor. Burada oturup dışarıdan aldığınız bir içkiyi yada otelde bulunan kahvenizi içebiliyorsunuz. Sessiz, sakin bir sokakta akşam muson yağmuru (bizde yaz yağmuru oluyor) yağarken, ılık bir havada kahvenizi içmenin ve ayaklarınızı dinlendirmenin keyfi sonsuz. Elif sanırım henüz kendini hazırlamamıştır fakat 2 gün sonra Cameron Highland denilen 1600m rakımlı bir yerde kalacağız. Sanırım turumuzun ilk zorlu etabı burası olacaktır. Ben vitesler konusunda kendimi şanslı hissediyorum. Önceki bisikletime göre çok daha düşük vites kombinasyonlarına sahip bir bisiklet benimkisi. Elifte ise benim önceki bisikletimin aynısı var. Sanırım Elifin yükünün birazını ben alırsam, tepeye çıkarmam gereken yük ben dahil 120kg civarında olacak. Elif 85kg civarında kalacaktır. Bu durumda ikimizde pestili çıkmış vaziyette Cameron Highland da bol bol dinlenebileceğiz. Fakat Ahmet Mumcu’nun anlattığı kadarıyla sanırım görülmeye değer yerlerden birisi Malezyada.
Şimdilik paylaşacaklarım bunlar. Sanırım Malezya’da, farklı bir kültürde bol bol renkli kareler yakalama şansımız olacak. Umarım fotoğrafları ve yaşayacaklarımızı beğenirsiniz.
Evrim.
George Town. Malezya.

Hat Yai, Pdang Besar


Phattalung’da 2 gün kalıp bisikletlerimizi onardıktan sonra sınıra 50km mesafede Hat Yai isimli bir kente gidiyoruz. Burası büyük ve Malezya’ya geçiş yapmak isteyen insanlarla dolu bir kent. Burasını ilk başta çok sever gibi olmamıza rağmen bizim tahammül edebileceğimizden fazla böcek oluşu bizim bu kentte sadece bir gün kalmamıza sebep oluyor. Burada kendimizi biraz ödüllendirip 2 yıldızlı bir otelin 5. Katında böceklerden uzak bir oda tutuyoruz. Ertesi sabah bisikletlerimizi almadan ufak bir şehir turu yapıp öğlen saatlerinde de şehri terk ediyoruz. Hat Yai ile ilgili daha uzun yazmak isterdim ama şehri gezerken etrafımızdan çok yerlere böcek var mı diye baktığımızdan çok fazla bir iz bırakamadı bizde.
İkinci ve Tayland’da ki son konaklama yerimiz ise bir sınır kasabası olan Pedang Besar. Burasının güzelliği hem Malezya hem de Tayland havasını solumanız olsa gerek; akşam pazarında karnınızı doyurmak için dolaşmaya çıktığınızda yemeklerin çeşitliliği iki kültürü de size hissettiriyor. Elif ile otele yerleşip akşam yemeklerimizi yedikten sonra bir şeyler içmek için bir yerler aramaya koyuluyoruz. Ama ne şans; burada sadece karaoke barlar var. Burada Karaoke bar anlayışı aslında iki tür: İlki daha çok bizim kaldığımız yerlerde görünen, yabancılara hizmet eden, genelde yalnız erkeklerin gidip bazı kızlarla tanıştığı yerler. İkinci tip ise daha çok kırsalda, ufak yerleşimlerde görünen geleneksel tip; burada daha çok gençler bir şeyler içip hoşlandıkları kişiler için şarkılar söylerler. Daha öncesinde birbirini sevdiklerini tahmin ettiğim bir çiftin karşılıklı şarkı söyleyişlerini izlemiştim. Bazen bir kişi çıkıp başka masada oturan birisine hitaben şarkısını söylüyor bazen de 2-3 kişi ortak şarkı söyleyip diğer masadakilerle flörtleşiyorlardı. Bence oldukça romantikti ve ufak yerleşimlerin bu kadar sosyalleşmesi beni etkilemişti.
Sonunda şansımız dönüyor ve bira içeceğimiz ve geleneksel müzik dinleyebileceğimiz çok güzel bir mekan buluyoruz. Burası masif ahşap mobilyalarla düzenlenmiş, bir şarkıcının şarkı söylediği bir bahçe aslında. İrili ağaçların altında, ufak bir oyun köşesinin ve birkaç ufak süs havuzunun arasında ki koyu renk ahşap masalardan birisine oturup biralarımız istiyoruz. Bu arada da komik bir diyalog yaşanıyor: Ben su istemeye çalışıyorum fakat basit bir su isteme işlemi o kadar dallanıp budaklanıyor ki en sonunda ayağa kalkıp el kol hareketleri ile tarif etmeye çalışıyorum. Bu da yetmeğince kalkıp süs havuzundan su içer gibi yapıp su içmek istediğimi çok açık belirtiyorum. 3-4 dk süren bu çabalama süreci bizim için oldukça komikti. Bazen insanlar su içmek istemediğinize o kadar emin oluyorlar ki gerçekten su içmek istediğinizi anlamamak için elinden geleni yapıyorlar. Benzer ve daha vahim bir olayda birkaç gün önce burada Malezya’da başıma geldi. Ben süt içmem ve kahvemi de sütsüz isterim. Burada yol kenarında kahve içmek için durduğumuz mekanda mutfağa girip kahve istediğimi söyledim. Malezya’da insanlar çok güzel İngilizce konuşuyorlar. Bu yüzden de en kırsal kesimde bile derdinizi İngilizce anlatma şansınız oluyor. Kahve istediğimi söyledim. Ok dedi ve önce süte davrandı, süt istemediğimi söyledim, o zaman krema kıvamında ve oldukça şekerli olan pastörize edilmiş bir tür süt türü koymaya çalıştı, onu da istemediğimi söyledim, o zaman şeker koymaya çalıştı, onu da istemediğimi belirttim, o zamanda neskafe koymaya çalıştı. (Ufak bir not: burada kahve yetiştiği için kendilerine özgü değişik bir kahveleri ve demleme stilleri var. Aynı bizim türk kahvesi’nin farklılığı gibi burada ki kahvede buraya özgü ve oldukça sert. Bence bu yörede yapılan geleneksel kahve neskafeden 10 kat güzel). Bende neskafe değil geleneksel kahve istediğimi söyledim. Tabi bunları yaparken bir yandan söylüyorum bir yandan da ellerimle işaret ediyorum. Karşı tarafta her söylediğime “ok no milk”, “ok no sugar” diye onay veriyor. Komik kısım şimdi başlıyor, ben neskafe yerine geleneksel kahveyi isteyince her şey reset’lendi. Tekrar başa döndük ve adamın eli tekrar süte gitti. Ben istemediğimiz söyledim, sonra pastörize olan, istemedim, sonra şeker, onu da işaret ettim, en sonunda sadece kahve koymaya ikna edebildim. Sadece neskafe yerince normal kahve koymasını istemek bütün süt-şeker kaosunu tekrar yaşamanıza sebep oluyor.

Şimdi tekrar Tayland’da dönelim ve kaldığımız yerden devam edelim. Biralarımızı içip yerel şarkının tadını biraz çıkardıktan sonra Elif ayrılıp bir saat masaj yaptırmak istiyor. Sanırım bir daha Tayland’da dönene kadar masaj yaptıramayacak. Bende biraz turlayıp bir şeyler içiyorum. Erken kalkmak ve gerçektende vize olmadan sınırı geçebilecek miyiz öğrenmek üzere otele dönüyoruz.
Geride kalan bir ayda Tayland çok keyifli geçti. İkimizin de daha çok keyif aldığı yerler daha az gelişmiş ve yabancılar tarafından çok fazla işgal edilmemiş ufak kasabalar oldu. Bu tür yerlerde geleneksel yaşantıyı yaşamak bize daha çok zevk verdi. Normalde ufak bir köyden çok fazla sosyal yaşantı bekleyemezsiniz. Ama Tayland bu konuda çok farklı; insanlar genelde dışarıya bağlı yaşadıklarından ve daha çok kadın egemen bir sosyal hayata sahip olduklarından son derece sosyaller. Buradaki yaşantıda evlerde mutfak bulunmuyor ve dolayısı ile insanların iletişim kurmaları sabah kahvaltıda başlıyor. Yemek için bütün şehir sabah marketlerine akın ediyorlar ve ortak masalar etrafında yemeklerini yiyorlar. Öğlen ve akşam içinde aynı şey geçerli, özellikle akşam marketleri çok daha renkli oluyor; insanlar burada sadece yemek yemiyorlar değişik eğlencelere katılıyorlar mesela birçok kentte sahnelerde canlı müzik eşliğinde yemeğinizi yiyebiliyorsunuz. Daha çok panayır havasında olan akşam marketlerinde bir de uzun alışveriş tezgahları bulunuyor. İkinci el eşyalar, yeni kıyafetler, hediyelikler, çeşitli oyuncaklar arasında elinizde kızarmış kalamar ya da karideslerle dolaşıp, çeşitli meyve sularını deneme şansınız oluyor. Ve nasıl oluyor bilemiyorum ama bu marketlerde hala karşıma daha önce hiç denemediğim değişik lezzetler çıkıyor.
Sosyal yaşantının bu kadar gelişmesinde kadın egemen bir toplum anlayışının olmasının dışında en önemli etken tabi ki din. Budizm burada insanların hayatlarının bir parçası, rahipler her sabah 6 gibi şehirde dolaşıp halktan yemek toplarlar. Bu halk ile rahiplerin kaynaşmasına sebep olur. Burada insanlar rahiplerin onlara iyi şans getirdiğine inanıyorlar. Birçok defa bizi de bazı özel törenlere çağırdılar. Bu tür bir inanışımızın olmadığını gelmek istemediğimizi söyleyince, inanıp inanmamanın önemli olmadığını, sadece iyi şans için yapmamız gerektiğini söylüyorlar. Yani sansını arttır. Burada ki dini hayatın çok farklı bir havası var. Yaşanan dünya, gördüklerin, etrafındakiler sadece bunlar onlar için önemli. Ve sanırım bu dinin bir şartı yok, çok cool senin inanıp inanmaman bile umurunda değil Buda’nın. Bir defasında Bangkok’ta kaldığım hostelde Pakistanlı bir Müslüman sabaha kadar beni konuşmaya tutmuştu. En sonunda sıkılıp peki biz inandığımız için er geç cennete vs gideceğiz, diğer tek tanrılı din mensupları içinde geçerli, peki Budistler en olacak diye sormuştum. Oteldeki Budist kadını işaret edip onların hepsinin cehennemde yanacağını söylemişti. Kadının tavrını görmeniz gerek. Hiç umurunda bile olmadı. Sanırım onları cezp etmek için cennetten daha fazlası gerekiyor. Beklide biraz anaerkil yapıdan dolayı insanlar cennetteki hurilerle pek ilgili değiller. Her neyse amacım dinleri kıyaslamak değil. Sadece şunu fark ettim. Burada hayatın bir parçası olan din, hayatla beraber bir dönüşüm içinde. Yani en son çıkan bir yenilik dini hayatında bir parçası oluyor. Üzerine bir uzmanlar topluluğu toplanıp ama bu son teknolojiyi kullanırsak Tanrıları kızdırmış olur muyuz diye tartışmıyorlar. Sanırım tüm bunları açıklamak oldukça zor. Buraya gelip bir süre kaldıktan sonra insan buradaki farklığı çözümlemeye başlıyor. Gene de bir ülkenin nasıl bu kadar hoşgörülü ve sevgi dolu hale geldiğini anlamak için sanırım daha fazla inceleme yapmak gerek. Benim net olarak gördüğüm farklar din ve kadının egemenliği. Fakat asıl merak ettiğim ve anlamakta zorlandığım şey dinin nasıl bu kadar şeffaf ve kadının nasıl bu kadar eşit hale geldiği. Tüm bunların altındaki asıl sebebi bulmak sanırım benim için mümkün değil.
Tayland ile ilgili kısımı şimdilik sonlandırma zamanı geldi. Burası ülkenin güneyinde sınırı 3km uzaklıkta bir kent ve ertesi gün Malezya serüvenimiz başlayacak. Sanırım bir daha kuzey Tayland’da dönene kadar sadece anılarla ve bu blogta yazdıklarımızla yetineceğiz.
Evrim.
George Town, Malezya.

2011-10-12

Trang-Phattalung



Merhaba Phattalung’dan.
Bizim yağmurları atlatma maceralarımızın, Ranong’ta ki bol yağışlı yolların faturasını sanırım burada ödemeye başladık. Krabi’de iki gün kaldıktan sonra Krabi’nin doğusunda, denizle ilişkisi olmayan Trang adında sevimli bir kasabada kaldık. Krabi-Trang sanırım 120km ile turumuzun en uzun mesafesiydi. Ve bu yorucu yolda Elifin bisikletinin ön göbeğinden sesler gelmeye başladı. Buna benzer bir sorunla karşılaşacağımızı tahmin ediyordum fakat 3 000km kadar mesafe yaptıktan sonra bazı şeyleri değiştirmek gerektiğini düşünüyordum. Basit bir motor tamirhanesinde göbeği açıp içini ve bilyelerini temizleyip tekrar yerlerine yerleştiriyoruz. Sanırım bu göbekle Elif olsa olsa 500km daha devam edebilir. Toz ve su göbeğin içini tamamen pas rengi yapmış ve yatakları çizik içinde bırakmış. Yola devam edip Trang’da bir bisikletçide yeni göbek bulmayı ümit ediyoruz.
Trang’a vardığımızda kentin girişindeki bir tapınakta kalabalık insanlar olduğunu fark ediyoruz ve onların arasına bizde katılıyoruz. Öğrendiğimize göre bu hiçte üzüntülü görünmeyen kalabalık bir cenaze töreni için bir araya gelmiş. Bizi keyifle karşıladıktan sonra 7-8 çeşit yemeği önümüze koyup sırayla hepsinden yememizi istiyorlar. Tabi bir yandan yemek yerken bir yanda da ardı ardına gelen soruları cevaplamaya çalışıyoruz. Bir kent ile ilgili en iyi bilgiyi sanırım orada yaşayan birilerinden alabilirsiniz. Bizde konaklama ile ilgili onların tavsiyesini dinliyoruz ve bir otele yerleşiyoruz. Akşam tren garının yanında bir bar da Yai isimli bir genç ile Tayland ve Trang hakkında sohbete başlıyoruz. Bar sahibinin iyi bir bisikleti olduğunu görünce de bizim bisikletteki göbekler ile ilgili sorunumuzdan bahsediyoruz. Yakınlarda kentin en büyük mağazası olduğunu öğrenip yarın tekrar görüşmek üzere ayrılıyoruz. Sabah bisiklet mağazasına gittiğimizde istediğimiz göbekleri buluyoruz fakat mağazada göbekleri monte edecek birisinin olmadığını öğreniyoruz. Mağaza görevlisi bizim Phattalung’ta istediğimiz değişikliği yapabileceğimizi söyliyor.
Trang Phattalung arasında dağlık bir arazi var. Sanırım Turun en keyif aldığım yeri bu inişli çıkışlı dağı aşmak oldu. Çok uzun tırmanışlardan ziyade arada dinlenmenize ve hız kazanmanıza imkan verecek inişlerle rahatlıkla bu tepeyi aşabilirsiniz. Phattalung’a varınca daha otel bile ayarlamadan doğruca bisiklet mağazasına gidiyoruz. Rekor sürede bize hizmet veren mağaza istersek yarın sabah hiç zaman kaybetmeden yolumuza devam edebileceğimizi söylüyor. Gerçekten de bisikleti mağazada bırakıp otelde üzerimizi değiştirdikten sonra tekrar mağazaya döndüğümüzde ön ve arka göbeklerin değişmiş, sadece ince ayar için jant akordu yapıldığını görüyorum. Ben kendi km saatimi de wireless bir cateye ile değiştiriyorum. Sanırım Artık km ler çok fazla umurumda değil ama turun 1500km sinde 3 defa saatimin sıfırlanması ve kaç km yaptığımı hesaplayamamam sinirimi bozmaya başladı. Elif’te de aynı sorunun olması (elif biraz daha şanlı; zaman zaman çalışan bir saate sahip çünkü) bazen ikimizinde kaç km yaptığımızı anlayamamamıza sebep oluyor. Bilinen bir coğrafyada sanırım bu hiçte umursanacak bir durum değil. Ama önümüzde hakkında çok az şey bildiğimiz iki ülke olunca insan biraz daha tedbirli olma ihtiyacı duyuyor. Bu yüzde tur boyunca sorun çıkarmayacak bir km saati için tekrar parama kıyıyorum.
Akşam biraz sushi ile karnımızı doyurduktan sonra, 3 yıl öncede yerel halk ile bilikte oturup terminatör’ü izlediğim bir lokal kahvede tekrar oturuyoruz ve bol bol kahve içip gene aynı konseptte bir film izliyoruz: transformers. Dil konusunda çok fazla seçenek olmadığından heyecan içinde hiçbir şey anlamadan sadece ekrana bakmak bize yetiyor. Film bitince iki bira içmek için şehirden biraz uzaktaki bir bara gidiyoruz. Barda keyifli bir konser var. Yerel pop şarkıları söyleyen genç bizi görünce şarkısına ara veriyor. Öğretmen olup olmadığımızı soruyor. Sanırım buraya gelen yabancılar ya İngilizce öğretmenleri ya da bizim gibi daha farklı yerler keşfetmek isteyen kişiler. Bu yüzdende bu kentte çok az yabancı var. Ben iki günde sadece 2 tane gördüm. Ama sanırım tur boyunca en keyif aldığım iki kent burası ve trang oldu. İkisi de mütevazi ve ufak kentler, ikisinden de yerel yaşantı çok az bozulmuş.
Yarın için net bir planımız yok. Tek yapmamız gereken 4 gün içinde Malezya’da olmak. Artık tren yoluna paralel bir rota izleyeceğimiz için içimiz biraz daha rahat edebilecek. Eğer mesafe veya zaman ile ilgili bir sıkıntı içine girersek istediğimiz noktada tren seçeneğini devreye sokabiliriz. Benim ikimiz içinde hissettiğim şey daha 10 ayımız olsa gene de burayı bırakmak istemeyeceğiz. Size bahsedeceklerim şimdilik bu kadar. Tekrar görüşmek üzere hoşçakalın…

2011-10-09

Thai Mueang-Phuket-Krabi


Tekrar Merhaba,
Sanırım uzun bir ara oldu. son konaklama yerimiz olan Ranong da bol bol ıslandıktan sonra güneşi biraz olsun görme isteği ile güneye doğru yola başladık. Yolda yağmaya devam eden yağmurlar ikimizin de bisiklet saatlerinin bozulmasına sebep oldu. Sanırım bir daha cateye kullanacağımı sanmıyorum. Yola bir dahaki bisiklet mağazasında sorunumuzu çözene kadar km saatsiz olarak devam edeceğiz gibi.
Yolda bir iki tane daha Çin geleneği olan vejetaryen festivaline denk geliyoruz. Onlardan öğrendiğimize göre yarın son günü olan festivalin en büyüğü Phuket’te yapılacakmış. Sanırım bu festivalin son günü en heybetli olanı olacaktır. Festivalde halk bir süre et yemiyorlarmış. Ve festivalin adı kadar sempatik olmayan ateş üzerinde yürümek, şiş ya da kılıçları ağızlarından dillerinden geçirmek gibi davranışlar Phuket’te çok sık yapılıyormuş. Bizim yol üzerinde mola verdiğimiz tapınakta da iki insan boyunda bir odun yığını insanların üzerinde yürüyeceği ateşi oluşturmak için akşama yakılmayı bekliyordu. Biz bir süre daha yolumuza devam edip ertesi gün konaklayacağımız Phuket yolunu kısaltmaya karar veriyoruz. Phuket’e 120km kala bir yerleşim görüp kalmaya karar veriyoruz. Sanırım bulduğumuz yer Tayland da kaldığımız en lüks yer olacak. Üzerinde 30m uzunluğunda ahşap bir köprü olan yapay bir göl ve doğal bir nehrin etrafında ki bungalovlardan birisini seçiyoruz ve yüzme havuzlu bu tesiste konaklamak bize sadece 25tl ye mal oluyor.
Yakınlardaki  ufak bir köyde ufak bir bakkalda akşam yemeği yiyip yorgunluk birası içiyoruz. Bize bira getiren kız bir otelde çalışıyormuş ve iyi İngilizcesi ile Tayland ve vejetaryen festivali hakkında bazı bilgiler veriyor. Bu kız da Tayland da yaşayan Tay-Çinlilerdenmiş. Ve garip bir şey; nedense Tayland’ın Çin’e yakın olan kuzey kısmında çok az Tay-Çinli varken, güneye de ve Malezya’da çok fazla Çinli var.
Ertesi gün erkenden Phuket’e doğru yola çıkıyoruz. Phuket’i ilk defa göreceği için oldukça heyecanlı hissediyorum. Elifle ilk önce Phang Gha ya gitmeyi ve Phuket’i ziyaret etmemeyi düşünüyorduk. Fakat sonradan Phuket’ten Krabi ye tekne ile geçmeye ve Phi Phi adasını da bu bot yolculuğu sırasında ziyaret etmeye karar verdik. Sanırım doğru bir karar vermişiz. Çünkü Phuket Town yani adada ki eski kent çok etkileyici bir yer. Adanın etrafında ki plajlar daha turistik yerler. Phuket town da bol bol otantik araba, rengarenk boyanmış ev ve kap için eksiklerimizi tamamlayabileceğimiz mağaza var. On On Hotel isminde çok eski fakat bir o kadarda keyifli bir otele (kişi başı 5usd) yerleşiyoruz. Dışarıda karnımızı doyurduktan sonra Music matter denilen bir mekana gidiyoruz. Burada 3 müzisyen jazz çalıyorlar. Biz içeriye tam girecekken bir hamamböceğinin korkutucu saldırısına uğrayıp biraz panik yapıyoruz ve barda oturup ayaklarımız yerden yukarıda oturmaya karar veriyoruz. Mekanda bizden başka sadece bir Amerikalı var. İlk parçanın sonunda müzik ara veriyor ve piyanist ne istediğimizi, baterist ise girişteki olayın hamamböceği mi fare mi olduğunu soruyor. Piyanisttin mekanın sahibi ve barmen olduğunu anlıyoruz. Amerikalı dinleyici ise 10 yıldır teknesi ile dünyayı gezen bir gezginmiş. Baterist Avustralyalı, Saksafon da sanırım Avrupalı. Müzik devam ediyor ve bizde kendi biramızı kendimiz almaya başlıyoruz Mekana daha sonra 2-3 araba dolusu insan daha geliyor fakat dinlemeye değil çalmaya. Bundan sonra da sanırım dinlediğim en iyi Jazz konserlerinden birisini Phuket’te Music Matter isimli bir mekanda dinlemeye başlıyoruz. Sonradan bize söylediklerine göre bu buluşma bir gün önce yapılacakmış fakat vejetaryen festivalinin son gününde oluşan olağanüstü gürültü yüzünden bir gün ertelemeye ve bizi beklemeye karar vermişler.
Ertesi gün Krabi için bilet araştırması yapıyoruz. Sanırım burada en uygun bilet bulma yolu acenteler: yarı fiyatına halledebiliyorsunuz. Limana giderseniz iki kat fiyat istiyorlar. Bizde bir acente bulup bisikletler için para ödemek istemediğimiz söylüyoruz. Bizim için firma ile görüşüp (kendi dillerinde daha rahat açıklayabiliyorlar) bisiklet için pazarlık yapıyor. Akşam ise On On Hotelin karşısında bir mekanda takılıyoruz. Yanımızda duran tavlada bir el atıyoruz, sonuç klasik: ben yeniyorum. Sonra bir an Phuket’te olduğumuzu hatırlayıp tavla falan diye düşünüyoruz. Elif olayı çözüyor. Barın sahibi Türk olmalı. Tanışıyoruz Aydın’la. Buraya Türk barı olduğunu bilmeden gelen ikinci kişi olduğumuzu söylüyor. Genelde insanlar bir yerlerden duyup yada okuyup geliyorlarmış. Aydın’a biraz Kral ile ilgili soru soruyoruz. Burada Kral ile ilgili konuşmak biraz tehlikeli bir durum bunu bildiğimizden Türkçe bu konuyu konuşmak en keyiflisi. Sanırım biraz az ömrü kalmış, hastaymış. Kral Tayland’ın gelişmesinde çok fayda sağlamış. Bu bilgileri sadece Aydın dan duyduğum için kesin bilgidir diyemiyorum. Fakat şu şekilde özetleyebilirim:
Sanırım bu kral yurt dışında doğmuş ve Avrupa’da eğitim almış. Kral ölünce de bir tesadüf üzerine kardeşi de ölünce bu kral olmuş ve ülkeye gelmiş. Geldiği zaman da bir çok yenilik getirmiş. Sanırım sevilmesinin en büyük nedeni de demokratik bir kişiliğinin olması. Kimseye karışmamış ve ülkenin demokratik yapısını korumuş. Sonradan da Taksin isimli bir başbakanları olmuş. İnsanlardan bazı yardımlar ve para karşılığında oy toplamış ve özellikle kuzeyde sevilen bir lider olmuş. Sanırım biraz zengin bir lider de denilebilir. Dünyanın en zengin başbakanı sanırım Taksin’di. (kusuruma bakmayın internetim çok yavaş olduğu için bilgilerin doğruluğunu daha sonra kontrol edebileceğim, bu yüzden bu anlattıklarım değişebilir). Ve güney Tayland Kral yanlısı olurken kuzey Taksin yanlısı kalmış. Taksin yurtdışında bir görüşmedeyken, ülkede bir darbe ile düşürülmüş ve tutuklanma kararı alınmış. O günden sonra da ülkesine dönmemiş. Tipik bir şekilde karısını tutuklanacağını bile bile Taylan’da yollamış. Ve tabi tutuklanmış. Daha sonra İngiltere’de yaşayan Eski Başbakan en büyüklerinden bir futbol takımını satın almak isteyecek kadar zengin olmuş, tabi -sanırım 96 daki- ihtilaldan sonra servetinin yarısına el konulunca böyle ekonomik bir seçim yapmış olmalı. Günümüzde de Taksinin etkisi devam etmekte. Kuzey Tayland da hala Taksin yanlıları hükümet aleyhinde gösteriler yapmakta. Şimdiki başbakan da Taksinin damadı ya da öyle bir şey. İronik gelebilir ama Taksin nedense fakir halka seçim öncesi bazı yardımlar yapmıştır. Ve nedense sahil kesimlerini ele geçirememiştir. Tabi ki yatırımlarının sonunda biraz zengin olmuş hakkında nedense yolsuzluk davaları açılmıştır.
Phuket’ten Kho Phi Phi ye orada 4 saat kaldıktan sonra da Krabi’ye geliyoruz. Kho Phi Phi hakkında çok fazla konuşmak gereksiz. Sevmedim. Ama Krabi bence tam benlik. Yemekler derseniz sanırım 2 hafta da 10kg alabilir insan burada. Doğası derseniz; Tayland’ın en garip dağları ve denizleri burada bulunuyor ve su altı da bir harika. Krabi’ye gelir gelmez K Guest House da odamızı ayarlayıp ertesi gün için bir tekne turu ayarlıyoruz. Sabah erken başlayan tekne turu akşamüzeri 4′e kadar devam ediyor ve  4 tane adaya uğruyor. Burada su altında daha önce hiç görmediğiniz balıkları görmek mümkün. Fakat tur bitiminde pancar gibi kızara bilirsiniz.
Krabi’de ki dağlar lime stone yani kireçtaşından. Bu da garip bir doğa oluşumu bence. Buradaki dağlar ya da tepeler daha çok düz bir masa üzerinde ki şişeleri andırıyor. Yan yana o kadar çok şişe gelince de siz bir sıra dağ sanıyorsunuz. Önceki turda bu dağları görünce kendi kendime “tırmanışa hazır ol evrim” demiştim. Fakat dağlara yaklaştıkça yolun o ‘şişe’lerin arasından dümdüz devam ettiğini görüyorsunuz. Denizde de durum aynı. Yüzlerce ada sanki geniş bir kara parçası gibi tek görünüyor. Ama botla yanına gidince yani adaların arasında gezinince doğanın şeklini kavrayabiliyorsunuz. Bence bir bisikletçinin keyif alabileceği değişik çoğraflardan birisi.
Yarın Trang diye bir başka kente doğru devam edeceğiz. Henüz bisiklet bilgisayarı ile ilgili problemimizi çözemedik. Yolumuzun kaç km olduğuna yolda bakacağız. Malezya ya ulaşmak ile ilgili sıkıntılarımızı sanırım Phuket Krabi arasını botla geçerek hallettik. Bundan sonra biraz daha rahat Malezya ya doğru devam edeceğiz.
Sevgiler.
Evrim.